Duyurular

Suriye’de insanî kriz, mülteciler ve sağlık hakkı

TANER KILIÇ

 

Suriye’de 2011 yılı Nisan ayında başlayan iç çatışmalar ve insan hakları ihlalleri aradan geçen 2,5 yılın sonunda çok dramatik bir noktaya ulaştı: çok büyük bir çoğunluğu sivil olmak üzere 100.000’in üzerinde insan öldü.

 

Bu sayıdan çok daha fazlası yaralandı, işkenceye ve cinsel saldırılara uğradı. 21,9 milyonluk ülke nüfusunun 4,25 milyonu ülke içinde yerinden oldu, en azından yarısı çocuk olmak üzere 2 milyondan fazlası ise başta komşu ülkeler olmak üzere birçok ülkeye kaçarak mülteci olarak yaşamaya başladı. Ülkenin genel altyapısı büyük oranda zarar gördü. Bu altyapıda insanî olarak en dikkat çekici husus Suriye’de bulunan hasta ve yaralıların tedavi imkânlarına erişimi konusunda yaşandı. Hastanelere ve sağlık kuruluşlarına olduğu kadar başta doktorlar olmak üzere sağlık çalışanlarına, ambulans gibi sağlık araçlarına ve hatta hasta ve yaralılara sistematik saldırılar oldu.  

 

Tüm bu saldırılardan dolayı ülkedeki sağlık sistemi ve hasta ve yaralıların tedavi edilebilme koşulları çok büyük yara aldı. Amerikan Tıp Derneği’nin raporuna göre Suriye, doktor olmak için dünyadaki en tehlikeli yer. Hem sağlık çalışanlarını hedef alan saldırılar hem de tedavi merkezlerine yönelik verilen ağır hasarlar nedeniyle ülkede artık anestezi uygulanmadan çok hayati ameliyatların yapıldığı, tıbbi yardım almadan doğumların gerçekleştirilmeye çalışıldığı biliniyor. Birçok bulaşıcı hastalığın yayılmasının belirtileri görülmekte ve mesela ağır engellilik haline neden olabilen şark çıbanı salgını şimdiden yaygınlaşmış durumda.  Ağırlaşan tablo karşısında 5 kıta, 25 ülkeden, aralarında 3 Nobel ödülü sahibi de bulunan, alanlarında uzman ve Suriye’de çatışma ortamında çalışanların da olduğu son derece saygın 54 tıp insanı, 16 Eylül 2013 tarihinde bir açık mektup yayınladı. Türkiye’den TİHV Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ve Yeryüzü Doktorları Başkanı Dr. Kerem Kınık’ın da imzacı oldukları bu mektup, Türkiye’de Zaman ve Hürriyet’te yayımlanması dışında dünyanın belli başlı birçok ülkesinin medyasında çok yaygın bir şekilde yer aldı. Mektup Suriye’de çatışan taraflara, bu tarafları destekleyen hükümetlere, BM ve uluslararası bağışçılara çağrıda bulunmakta ve sağlık tesisleri ve sağlık çalışanlarına yönelik saldırıların önlenmesinde ve onların daha güvenli koşullara kavuşmasında aktif rol sahibi olmalarını talep etmektedir. Her gün Suriye’deki savaşı seyrederken insanlık ailesi adına karamsarlığa gömülen yüreğimize dünyanın geniş coğrafyasından bir araya gelen bu 54 imza, insanlık ailesi adına yeniden ışık ve umut vermiştir.  

 

Yaralı ve hastaların olması gereken şartlarda tıbbi tedavi imkânlarına erişimleri bugün Suriye’de hayati derecede önemlidir. Zira, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) nisan ayında birçok bulgusunu açıkladığı raporda belirtildiği gibi, hastane ve sağlık çalışanlarının hedef alınması, kasti olarak tedavi etmeme ve hasta ve yaralılara kötü muamelede bulunma gibi durumlar Suriye’deki çatışma ortamının en endişe verici boyutlarından birisini oluşturmaktadır. Oysa bu alan birçok açıdan uluslararası hukukun koruması altındadır ve bu konudaki ihlaller savaş suçu oluşturmaktadır.  

 

Hasta ve yaralıların da içinde bulunduğu Suriyeli mültecilerin sığındıkları ülkelerdeki tedavi imkânlarına erişim koşulları da değişkenlikler göstermektedir. Gözlemcilere göre, Suriye’deki Filistinli mültecilerin durumu hariç tutulursa Lübnan sınırının neredeyse yüzde 100 oranında Suriyeli mültecilere açık olduğu kabul ediliyor. Çok çok istisnai olarak bazı hastaların kabul edilmesine karşılık ise İsrail sınırı sürekli kapalı tutuluyor. Bununla birlikte Türkiye, Ürdün ve Irak sınırları sınırda biriken insanların sayısına göre açılıp kapanabiliyor. Sınırları mültecilere kapalı tutma durumu elbette kabul edilemez ancak sorunlar sınırı geçtikten sonra da bitmiyor. Türkiye’nin Suriyeli mülteciler için hazırladığı ve bugün 220.000’den fazla kişiyi barındırdığı AFAD tarafından açıklanan çadırkentler ve konteyner kentler her ne kadar dünyada benzeri kitlesel kamplarla kıyaslandığında görece iyi koşul ve imkânlara sahip oldukları herkesçe kabul ediliyorsa da önemli sayıda mülteci bu kamplarda kalmak istemiyor. İklim koşulları, mahremiyet şartları ve güvenlik endişeleri ile en azından 300.000’den fazla Suriyeli mülteci Türkiye’nin başta sınıra yakın şehirleri olmak üzere birçok şehrine dağılmış durumda.  

 

Bu de facto gelişen duruma karşı AFAD tarafından 18 Ocak 2013 tarihinde yayımlanan genelge ile en azından sınır bölgesine yakın bulunan 11 ildeki Suriyeli mültecilerin tedavi imkânları konusunda önemli bir imkân oluşturulmuştur. Bununla birlikte geçen zaman içinde Suriyeli mültecilerin Türkiye’nin diğer illerine de ulaşması ile 11 ildeki sınırlı AFAD uygulamasının bizce artık tüm Türkiye’ye yaygınlaştırılmasının ve genelgenin etkin uygulanmasının vakti gelmiştir. Üstelik, Suriyeli mülteciler için oluşturulan bu sağlık hakkına erişim konusundaki standart artık vakit geçirilmeksizin Türkiye’deki Suriyeli olmayan sığınmacılar için de sağlanmalıdır. Nicelik olarak çok daha küçük bir sayıya isabet eden Suriyeli olmayan sığınmacıların kendilerine Suriyeli sığınmacılarla aynı seviyede tedavi imkânı sağlanmamasını anlayışla karşılamasını bekleyemeyiz. Sağlık hakkı elbette bu kesim için de bir insan hakkıdır ve Türkiye’nin bu hakkı suistimal edilmeden kullanma mekanizması oluşturabilmesi gerekir. Aksi takdirde bu konuda gerekli tedbirler alınmaz ise ortaya çıkacak tablo ciddi rahatsızlıklara neden olacaktır. Türkiye hükümetinin Suriyeli sığınmacılara sağladığı tedavi imkânlarını Suriyeli olmayan sığınmacılara sağlamamasını mantıklı olarak açıklayabilecek hiçbir argümanı yoktur.  

 

Türkiye’nin hemen önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nu bu konuda önemli bir fırsat olarak değerlendirmesi gerekmektedir. Türkiye’nin yapacağı konuşmalar ve lobi ile en azından insanî yardım alanında çalışan birçok BM kurumunun Suriye’ye yönelik daha rahat koşullarda faaliyet yürütebilme koşulları oluşturulmalıdır. Bahsetmeye çalıştığımız özellikle hasta ve yaralıların tedavi imkânlarına kavuşabilmesi için bu çok önemlidir. Türkiye’nin bu konuda özellikle Rusya ve İran’la olan iyi ilişkilerini de kullanarak bu ülkelerin Esed yönetimi üzerinde bu yönde etkili olmaları için gayret göstermelidir. Tüm bunlara paralel olarak ulusal ve uluslararası insanî yardım örgütlerinin Suriyeli hasta ve yaralılar ile mültecilere yönelik çalışan sivil toplum kuruluşlarının çalışma koşulları daha da rahatlatılmalı, üzerlerindeki prosedürel baskı azaltılmalıdır. Bu konularda Türkiye’nin göstereceği esneklik çoğu zaman dert yandığı “yük paylaşımı” tartışmasında Türkiye’nin elini güçlendirecektir.      

 

*Avukat, Mültecilerle Dayanışma Derneği

 

Zaman, 20 Eylül 2013

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu